KÖŞE YAZILARI | NİLHAN FİDAN

Burgazada

Burgazada, sakin ada, şair ve yazar ada… Yazdan bir esinti gibi gelsin bugün… (Nilhan Fidan)
 
   
 
 
     

Bayram haftasının, iş günü olsa bile, akıcı trafiği ve boş sokaklarına bayılıyorum. Bugün, böyle bir sabahta, hem de iş saatinde kalkıp mesaiye yetişir gibi Adalar iskelesine gittim. Sadece vapura binmek bile durmak, durulmak, sakinleyip düşüncelerini netleştirmek için ne kadar etkiliymiş. İskeleden ayrılınca, uzaklaşmak gerçek anlamını buluyor ve şehir dışına çıkıyor olmanın mutluluğu sarıyor içimi.

Önce vapurun üst katında arka tarafta oturuyoruz; Büyükada’yı geçtikten sonra da alt kata inip vapurun yan tarafında, püfür püfür rüzgâr ama biraz da güneş alan bir yer kapıyoruz. Ayaklarımı vapurun demirlerine uzatıyorum. İşte, tam da bunu istiyordum günlerdir. Bacaklarımı denize uzatıp dalgalara bu kadar yakın olmak; vapurun peşi sıra uçan martılara bakakalmak… Deniz, vapur, gök, mavi… Ben yine ben’im. Gün içinde unuttuğum, hatta zorunlu mesailerle uzak kaldığım ben, ne kadar huzurlu bakıyorum şimdi derinlere.

Deniz… Beyaz köpüklerle aklımı çelen deniz. Dalgalarına dalarak, tüm olumsuzlukları hatta kendimi bile affediyorum. Ve bu sabah canımı sıkan haberleri de düşünerek, kendi kendime diyorum ki;

“Unuttuğumuzu sandığımız tüm korku ve endişeler önümüze engel oluyorsa… Kuşlar gibi özgürce kanat çırpmayı öğrenmeli.”


Vapurla yarışırcasına kanat çırpan bir martı gibi karanlıkları delercesine yol almak… Ufka doğru, umutla…

Şu an aklımdan geçen sadece bu. Diğerleri eridi gitti Marmara’nın sularında.

Biraz sonra, Kaşık Adası, sessizliği ve ıssızlığıyla önümüzde uzanmış duruyor, herşeyden uzak ve yapayalnız. Yanından usulca geçiyoruz; bu sessizliğini bozmamak istercesine.

Burgazada iskelesine yanaşırken biz de ayağa kalkıyoruz. Saat dokuz olmuş.

Burgazada, sakin ada, şair ve yazar ada.

Bakalım, gün bizim için neler getirecek, diye düşünüyorum. Sakin, sessiz bir kır kahvesi istiyorum, denize karşı olsun, demli bir çayı olsun, kimse bize karışmasın, oturalım, biraz yazalım, biraz okuyalım, biraz çalışsak da olur ama konuşalım, susalım, anlatalım, dinleyelim… Hepsi hepsi bu. İşte bu, dünyaya bedel.
Daha kahvaltı etmemişiz, kahve açlığımız da olduğu için iskeleden iner inmez nerede ne yiyelim içelim diye düşünmeye başlıyoruz. Önce, iskelenin karşısındaki pastaneye oturup ıspanaklı ve patatesli börekle çay içiyoruz. Çayı beğenmedik; ama karnımız doydu maşallah. Çaylarımız biter bitmez oradan kalkıp bir yandaki cafe’ye geçiyoruz. Bir filtre kahve ve bir çay da orda derken karnımız tok, sırtımız pek, iskelenin sağına doğru yürüyoruz. Sakin mi sakin bir çay bahçesi buluyoruz kendimize. Çayı hiç beğenmiyoruz, hatta içemeyecek kadar kötü diyebilirim. Acaba ince belli bardaklarıyla demli Türk çaylarıyla övünen bizler çay demlemeyi unutmuş olabilir miyiz? Ya da tat almayı da mı unuttuk ki, nasıl böyle bir çayı ikram ediyoruz?

Çay bir yana, bu masada oturmak bile çok keyifli, çok güzel. Denize bakmak, denizi duymak, denizle uyanıp kendimizden silkinmek… Karşımızda adaların yeşil gölgesi, aklımızda hayallerimiz… Tüm istediğimiz bu değil miydi… Sadece bu an ve bu güzel yer.

Öğle sularında, biraz meraktan hafif de acıkmış olduğumuzdan Kalpazankaya’ya çıkmayı düşünüyoruz. Güneşin alnında yürümeye cesaret edemediğimiz için de faytona atlıyoruz. Faytoncumuzun ismi Eren… Ada’nın fırınının önünden, incelikli güzel evlerinin ve az yokuşlu eski sokaklarının arasından Kalpazankaya’ya ulaşıyoruz. Manzara gerçekten çok güzel. Günbatımları için de özellikle tavsiye edildiğini okumuştum. Tavsiye edenlerin hakları varmış.

Çok aç olmadığımız için birkaç meze söylüyoruz. Deniz börülcesi ve soslu patlıcanı beğeniyorum, çirozu zaten çok sevmem, peynir dolgulu kırmızıbiber turşuları ise güzel ama çok acı. Buraya tekrar gelmek gerek; akşam vakti mümkünse ve uzun sohbetli…

Yemeğimiz bitip kahvemizi de içerken çamlar altında olmanın verdiği huzurla gevşedikçe gevşiyor, rehavetle ufka dalıyoruz. Yassıada ve Sivriada’ya bakarken Yassıada’daki yüksek bina dikkatimi çekiyor, ne olduğunu bilmiyorum; ama yakın zamanda adaların imara açılmasıyla ilgili haberleri ve protesto gösterilerini hatırladım. Yüksek binalar dikip koca koca oteller yapmadan da turizmin teşvik edilebileceğini, Prens Adalarının hak ettiği ilgiyi göremediğini, turistler için ilgi odağı olmalarını sağlayacak tanıtımların yapılmadığını düşünüp durdum. Bir baktık ki, vapur saati yaklaşmış. Hesabı isteyip Eren’i aradık bizi almaya gelmesi için. Zaten buraya bizi bırakırken de, bozuk parası çıkmayınca, “üstü kalsın, dönüşte de seni çağırırız” dediğimizde, “o zaman siz bunu alın, gidiş dönüş birlikte alırım”, diyerek parayı iade etmişti.

Ne güzel insanlar var…

İskeleye indiğimizde kalan az vakti değerlendirmek istercesine önce Sinem Dondurmacısı’ndan sakızlı dondurma yedik; ardından yine iskelenin sağındaki çay bahçesine yürüyüp içecek bir şeyler söyledik.

İçtiğim bir kutu şeftali suyu; ama sanki rakı içip efkârlanmış gibi tekrar bakıyorum düşlerime. Öylece duruyor zaman ve zihnim bir tek bu anı yaşıyor. Zaman hiç geçmese, diye iç geçirir gibi, sessizliğimizle özler gibi, öylece oturmak hali… Anlattığımız ve anlatamadığımız tüm hikâyelerimizin önsözü gibi olmak. Burada, tekrar, bir gün… Kim bilir, belki.

“Şehre dönmek için vapuru beklerken şıpır şıpır dalgaların sesiyle, yine bu çamın altında oturmak lazım” diyor içimden bir ses. Çok değil, kısa zaman önce tutulmuş bir elin sıcaklığını saklamak gerek günlerce, haftalarca. Birçok sözü tek bir sözle buluşturup sessizlikte birbirimizi anlamak gerek, her zamanki gibi. Bunlar da yetmezmiş gibi, doyasıya yaşamak lazım diyor içim. Gerçekten, tam olarak da böyle yaşamak gerek ömrümüzü.

İstanbul vapuruna binip

ayrılmak bu düşler âleminden

sanki uyanmak,

gerçekle baş başa kalmak gibi.

Neyleyelim, uyanıyoruz biz de.


Sabah geldiğimiz gibi yine denizi dalgalarla yara yara Bostancı yönüne doğru seyre çıkıyoruz. Seyir defterinde gözüme ilişenlere bakılırsa, bayram öncesi, Kınalıada plaj keyfinde… Elleri kolları dolu, çantalar ve poşetleriyle geliyor akın akın insanlar. Vapura doluşanlar, Ada insanlarıyla, şehir içi gezginler. Akşam vakti deniz yine güzel ama sabah güneşini aratan bir sıcaklık basmış şehri. Nefes aldırmıyor.

Uzakta, İstanbul’un sembollerinden biri, dumanı tüten şehir hatları vapuru…

Bu vapur gibi başını alıp gidesi geliyor insanın işte. Şu an dönüyor gibi gözükse de. Gitmek, hep akılda, yürekte, dilde.

Nilhan Fidan
nilhanfidan@cosmoturk.com
http://nilhanfidan.com/


NİLHAN FİDAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER

 

Diğer yazıları liste halinde görmek için tıklayın >

Favorilerinize ekleyinAnasayfaya dönPaylaşın
GÜNLÜK FALINIZ
HAVA DURUMU

REKLAM
reklam@cosmoturk.com

İLETİŞİM
cosmoeditor@cosmoturk.com

TEL: (0212) 280 07 00
FAX: (0212) 244 13 32

-->
>