Damarlarında arabesk kanı akıyorsa...
"Haftasonu bir arkadaşım geldi ziyaretime. Ailevi sorunlarını bir çırpıda anlattı." Mürsel Sezen'in yeni yazısı...
Haftasonu bir arkadaşım geldi ziyaretime. Ailevi sorunlarını bir çırpıda anlattı.
“Babamla 36 yıldır aynı evi paylaştık ama bir kez olsun bana sarılmadı” dedi.
Ağlıyordu.
Annesinin de kendisini sevdiğini sanmıyordu. O da babasının elinde bir köleydi.
Anne-babasının ilişkisi mi?
Babası annesine bağlı olmaktan ziyade “bağımlı”ydı. Onsuz hayatını idame ettiremeyeceği için yanındaydı.
Annesinin tüm misyonu hayatı boyu birilerine bakmak olmuştu. Önce babasına-erkek kardeşlerine, evlendikten sonra kocasına, çocuklarına, eşinin anne-babasına, bir süre kendi anne-babasına derken şimdi de torununa bakıyordu.
Evin erkek çocuğunun yeri farklıydı ama kendisi ne yaparsa yapsın sevilmiyordu.
İki sebep görüyordu bunda.
Birincisi kardeşinin erkek olması. Babası onunla erkek olduğu için bir şekilde iletişim kurabilmişti. En azından iş kurmayı düşünebilmişti.
İkincisi de evlenmiş olması. Aileye bir torun getirmişti.
Kendisi ise 36 yaşında hala bekar bir kadındı ve bunu bir yük gibi taşıyordu omuzlarında. Bunun toplumsal karşılığı şuydu; kimse onu istememiş, kimse onu evlenmeye layık görmemişti. Ailesi de ondan ümidi kesmişti artık.
Şeker hastası olmuştu da annesi diyet yemekleri bile yapmıyordu. Ne kadar zararlı şey varsa pişirip duruyordu.
Travmatik ve tipik bir Türk ailesi. Size de tanıdık geliyor mu?
Çocukları ile iletişim kurmamış, kuramamış bir baba, hayatı ailesine bakmakla geçen bir anne, standart bir erkek evlat portresi. Bu tabloda tek aykırılık kızın ailesi tarafından evlendirilmemiş olması. Bunun da sebebi var. O ailesine karşı çıkarak üniversiteye gitmiş. Mezun olunca da çalışmaya başlamış ve evleneceği kişiyi kendisi seçmek istemiş.
Bu iletişimsizlik, sevgisizlik onu hasta etmişti ve artık evden ayrılmak istiyordu. Fakat görünün o ki, bu yapıdaki bir baba evlenmeden evden ayrılmasına izin vermez, ortalığı yıkardı.
Birkaç çözüm önerisinde bulundum fakat her önerimi geri çevirdi. Ne ailesinin, ne de kendisinin değişemeyeceğini söyledi. Onun çözümü belliydi.
Karşısındaki insan tarafından biraz olsun dikkate alınmak için kendine acı çektirecekti. Doktor midesinin üç saatten fazla boş kalmaması gerektiğini söylemişti ama o, oruç tutacaktı. Böylece anne-babasını cezalandıracak, kendince sevilmemesinin intikamını alacaktı.
Kendimize uyguladığımız ne kadar çok işkence var. Küçük Emrah’ın “Acıların çocuğum” şarkısı sanki içimize, kanımıza işlemiş. Geçmeyen bir yara gibi...
Üstelik bu kadar travmatik olmasa da bunu hayatın her alanında görüyorum. Bakkalda sıcacık pide satılırken illa fırının uzun kuyruğuna girip yarım saat kuyrukta beklemeler, dört kişi bir arada bir yere giderken –taksiyle daha ucuza gelecek bir mesafe olsa bile- illa kalabalık bir otobüste ayakta gitmeler, bulaşık makinesi varken elektriğe yazık olduğu için elde yıkamalar, daha neler neler...
Acaba arabesk şarkılar mı bizi bunca mazoşist yapıyor yoksa bu aile yapısı mı sakat bırakıyor?
Daha da önemlisi ne zaman kurtulacağız acıların çocuğu olmaktan?
Ben “kendine acımama” olgunluğuna erimiş insanlara gıpta ile bakıyorum.
Darısı tüm Türk toplumunun başına.
Mazoşizm: Kişinin başkası tarafından kendisine verilen acıdan haz duyması olarak kendini gösteren cinsel sapıklık. Terim cinsel bağlamı dışında aşağılanma ve kötü davranıştan haz aldığına ya da böyle bir davranış beklediğine inanılan kişiler için de kullanılır.
Muhtemelen daha önce de sık sık yaşanılıyordu; ancak özel televizyonların 90’lı yıllardan sonra yayın hayatına başlamasıyla birlikte ekranlarda önceleri şaşırarak, daha sonra da ‘eğlenerek’ izlemeye başladığımız -ki bu tür haberlerde Reha abimizin rolü inkar edilemez- sado-mazoşist eylemlerin ulaştığı boyutlar dikkate alındığı zaman toplumun kendisine enjekte edilen cinsel ve şiddet eksenli hayatı en uygun şekilde dışarıya yansıttığına tanık oluyoruz. Olay kendi içimizde kalsa bir sorun yok. Ne var ki, bu gidişatın Avrupa Topluluğu’na girmemizde olumsuz bir rol oynayacağını düşünerek konuya bir el atmaya karar verdik.
Felsefî bir yaklaşım: Acı insanı özgürleştirir
David Fincher’ın akıllara kazınan, kapitalist sistem üzerine ağır eleştiriler yönelttiği filmi Dövüş Kulübü’nde, çalıştığı ofiste sıkıntının zirvesine ulaşan, uykusuzluk problemini bir türlü aşamayan, hayatını sistematik, monoton bir çizgi ve program çerçevesinde yürütmek zorunda olan kahramanımızın dramına şahit oluruz. Tanıştığı bir insanın “Sahip olduğun şeyler zamanla sana sahip olur. Özgürlük bunlardan kurtulmaktır.” vecizesinden sonra farklı bir hayatın yolunu seçen kahramanımız, yeni kader arkadaşıyla birlikte farklı bir terapi yöntemi keşfeder: Kavga etmek... Şimdiye kadar kazandıklarının aslında kendisini nasıl bir yenilgiye uğrattığını anlarlar ve işi biraz daha ileri götürmek için, dövüş kulübü kurmaya karar verirler. Sado-mazoşist yönelişler için el kitabı niteliğinde betimlenen kavga ve ‘şakalaşmaların’ bir tür stres atma ve arınma ritüeline dönüşmesiyle birlikte kulüp beklenmedik bir şekilde (belki de bekleniyordu) büyür ve ülkenin her tarafına yayılır. Halihazırda bu kadar düzenli bir örgüte sahip olmanın verdiği cesaretle üyelerimiz sistemin can damarlarını tıkamaya karar verirler. Ve şiddet, kaçınılmaz olarak tek amaç haline gelir.
Filmin bir karesinde ‘acı çekmenin insanı özgür kılacağını’ fısıldayan kahramanımız, sado-mazoşist yönelimleri yeri geldikçe de felsefi olarak ortaya koymayı da ihmal etmez.
Biz de, yaşanan olayların da bu filme benzer bir düşünceden hareketle, felsefi anlamda olayın üzerine eğilerek hayata yansıtmaya çalışan bireyler veya gruplar olduğuna inansak, emin olun bu yazıyı hiç yazmazdık. Ama olay bildiğiniz gibi değil. (Belki de bildiğiniz gibi...)
Burmadan olur bizim boğma telimiz
Toplumdaki sadist eğilimleri sıralamaya kalksak, ne zamanımız ne de yerimiz buna müsait olurdu. Ancak hafızaların biraz tazelenmesi için birkaç ay ve yıl öncesine gitmekte fayda var. Ne de olsa toplum olarak hafıza kaybına uğrayan bir milletiz. Şiddetin dışa vurumunu dinsel ayin formatında çeşitli ritüellerle sergileyen, -ki ibadete dönüştürenler de vardı!- kan davasını bahane edip 7 yaşındaki çocuğu babasının kollarında öldüren, şeytana kurban adayan, sıkı domuz bağları atan, boğma telleriyle hazzı farklı şekillerde yorumlayan! varsayanlar bizim artık her gün televizyonlarda gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz, önemsemediğimiz, rutin haber diye geçiştirdiğimiz olaylar haline geldi. Marguis de Sade, bunları görse cinsel bir sapma olarak ele aldığı sadizmin ‘milli bir şuur halinde yaşandığını’ görse eminiz ki, eserleriyle gurur duyardı. Sevinç sonrası yaşanan hadiselerin, şiddetsel eylemlere dönüşmesi de toplumdaki cinnet sınırının hangi noktaya ulaştığını göstermesi açısından dikkate değer örnekler arasındaki yerini alıyor.
Sado-mazoşist eylemlerin birbirinden ayrı olmayıp, çoğu zaman birlikte yaşandığını belirttikten sonra, Sharon Emel olayını zikretmeden geçemeyeceğim. Zira bana göre bu olay, bahsettiğimiz eylemler içerisinde zirve noktalardan biridir. Bir zamanlar sinemalarda kapalı gişe oynayan (Bu arada filme gitmediğimi söylemeliyim. Gerçekten!) Temel İçgüdü filminden ilham alıp bir takım atraksiyonlara girişmiş, arkasından da özel bir Tv’ye konuk olarak, hadisenin öncesinde ve sonrasında yaşanan psikolojik-gerilim unsurlarını, kah gülerek, kah ciddiyetle bizimle paylaşmıştı. (Şimdi ne yapıyor acaba?)
Sonuç: Yaşanan bu garip, şaşırtıcı, korkunç olaylar bizi yıldırmasın. Dönülmez akşamın ufkunda olduğumuz söylenemez. Hâlâ bir şansımız var. Ayrıca yazıda bahsettiğimiz eylemleri hayata geçirmiş veya geçirme düşüncesiyle yanan arkadaşlar varsa, psikiyatra görünmelerinde fayda var. Ayıp değil, günah değil! Ama yolundan dönmeyecek kadar kararlıysanız o zaman size en fazla Donatien Alphonse François’in (ki Marquis de Sade’nin gerçek ismidir) Justine, ou les malheurs de la vertu’yu (Erdemle Kırbaçlanan Kadın) okumanızı tavsiye etmekten başka bir
DİĞER HABERLER
Annelerini Dinleyen Genç Kadınlar Riskten Kaçıp Nakite Sarılıyor Yatırım Yapmıyor
Genç girişimci kadınları riskten kaçmadan yatırım yapmaya davet etti...
Paris 2024 Olimpiyat Oyunları’na Son 30 Gün
Dünyanın en büyük spor organizasyonu olan olimpiyatlar için geri sayım sürüyor.
“Kuaförünüz saçınızı “düz terapiye” alsın”
“Cinsel fanteziler ile sapkınlıkları nasıl ayırabiliriz?”
“Aşkınızı renklendirecek 5 öneri!... ”
“Hamileliğin 40 haftasında neler oluyor?”
“4.Uluslararası Klarnet Festivali ile İstanbul Müziğe Doyacak”
“Nişan Hakkında Bilmeniz Gerekenler”
REKLAM
reklam@cosmoturk.com
İLETİŞİM
cosmoeditor@cosmoturk.com
TEL: (0212) 280 07 00
FAX: (0212) 244 13 32