DİĞER HABERLER

Ondan Bundan...

"...sen denizin üstünde kalırsan, hem gece alemine, hem manzaraya, hem ona hem buna yakın olayım dersen böyle olur işte!..." Deli Fişek'in yeni yazısını okumak için tıklayın...
 
   
 
 
     
Yaşasın artık benim de bir laptopum var J Dana kadar bilgisayarımı salona taşımayı bile düşündüm. Camın kenarına! Yazılarımı salonda denize bakarak yazmak istiyorum. Deniz ve güneş bana acaip bir enerji veriyor. Serdar’a sordum! Yazık, olmaz diyemedi beni üzmemek için ama der gibi baktı. Madem öyle ben de yapmam! En iyisi bir lap top almak. Ama hangi birine para yetiştiricem. Binlerce borcum!!!! Eheheh...onu tatile giderken düşüneceksin güzelim. Herkes Mısır’da çölde kalırken, sen denizin üstünde kalırsan, hem gece alemine, hem manzaraya, hem ona hem buna yakın olayım dersen böyle olur işte! Neticede salonu işgal etmemem için Elif bana laptop’unu verdi. Oh bee ne mükemmel bir icatmış bu böyle! Heryerde her köşede yazabilme özgürlüğün var. Acaba benim olmadığı için mi bu kadar sevdim? O da beni sevse, benim olsa sıkılır mıyım? Onu değil de başka laptoplar ister miyim? İçerdeki, odamın yarısını kaplayan bir zamanlar onsuz yaşayamayacağımı düşündüğüm bilgisayarım gözyaşlarını içine akıtabilir mi? Onla da ne güzel gecelerimiz olmuştu.

Güzel filmlere gittim bu aralar. Neredeyse hepsini de beğenince sizinle paylaşayım istedim. Duvara Karşı’yı o kadar beğendikten sonra yakın bir zamanda bir başka filme de aynı hisleri besleyebilir miyim diye düşünmüştüm. Sonra, Bertolucci’nin “Dreamers”ına gittim. Ancak rüyanızda görürsünüz zaten böyle şeyleri. Onu da beğendim. Kısa sefil pantolonuna rağmen dolma dilber dudaklı Michael Pitt ve accaip güzeller güzeli Eva Green’i izlemeye doyamadım. Konuyu çok beğenmediysem bile, resimler, renkler, müzikler (Janis Joplin, Doors, Jimmi Hendrix), özellikle ikizlerin evi gerçekten de çok iyiydi.
Ertesi gün Colin Firth ile karşılaştık G Mall’da. Yanımda erkek arkadaşım olmasına rağmen kendisi ile 1,5 saat çılgınca platonik bir aşk yaşadım. O karanlık odadan ayrılmam epey bir zaman aldı. Filmin bitmesine rağmen tüm jeneriği, o yumuşacık parça eşliğinde sindire sindire izledim. Ne olurdu biraz daha uzun sürseydi? Benim için en kötüsü film bittikten sonra yaşananlardır. Hele ki film güzel, adam yakışıklı, konu da romantikse saatlerce kimseyi görmek istemez gözüm, duymak istemez kulağım. Dış dünyanın aydınlığı, gürültüsü soğuğu canımı sıkar, büyüyü bozar. O yüzden sinema salonunda kalmak isterim çıkmak zorunda bırakılana dek. Bu seferki film arkadaşım enteresan çıktı, filmden sonra konuşmaması gereken heryerde sustu, arabada Bach çaldı ve beni şaşırtmakla birlikte o geceden tam puan kapmayı başardı. Bırakın biraz daha anlatayım filmle ilgili hislerimi. Bir hikaye/senaryo ancak bu kadar iyi olabilir. Zaten önce kitabı yazılmış ve sonra sinemaya uyarlanmış İnci Küpeli Kız. Kitabın yazarı Tracy Chevalier, 19 yaşından beri bu tabloyu (sanırım posterini) başucunda tutmuş ve hep ona bakarak bir hikaye tasarlamış kafasında. Jan Vermeer, 17. yüzyılın en büyük ressamlarından biri, Hollandalı. Delft’te yaşamış. Resim hakkında birşeyler öğrenmek için oturduğu bölgenin dışına çıkıp çıkmadığı dahi bilinmiyormuş. Bu kadar önemli bir isim olmasına karşın, bulduğum tüm kaynaklarda ressamla ilgili çok az şey bilindiğini okuduğumda şaşırdım. Ona ait olduğu tespit edilebilen 35 adet tablosu bulunuyormuş. Bu kadar az bilgi Chavelier’in sınırsız yaratıcılık kullanmasına olanak vermiş.

Gerçek olan tek şey ressam ve “İnci Küpeli Kız” tablosu. Okuduğum yazılardan birinde aynen şöyle yazıyor İnci Küpeli Kız için: “Bu resimde genç kız izleyiciye bakar. Sanki odanın karşı tarafındaki biriyle bakışıyor izlenimi verir, bir an için donmuş gibidir”. Filmi izlediğinizde, hala izlemediyseniz tabii ki, burada ne demek istendiğini ve hatta tam “o an”ın ancak bu kadar iyi yansıtılabildiğini anlayacak ve siz de benim gibi “vay be!” diyeceksiniz. Benim merak ettiğim, acaba Vermeer bu filmi izlese ne kadarını doğrulardı? Memnun kalır mıydı tablosu ile ilgili böyle bir hikaye yaratılmasından? İnci Küpeli Kız aslında kim? Gerçekten hizmetçisi mi? Kendi kızı mı? Neler yaşandı? Romantik bir film olmasına karşın çoğu yerde gerilim filmi seyrediyor hissine kapıldım. Neyse film eleştirmenliğine soyunmuş gibi olmayalım da tadında bırakalım. Haa bu kadar filmden bahsetmişken izlediğim bir diğer film olan “Cesaretin var mı Aşka?” ile ilgili de kısacık yazayım. Aslında İnci Küpeli Kız’ı izledikten sonra üzerine bir de Lost in Translation’ı izlersem tam bir Scarlett Johansson haftası yapmış olurum diyerek fırlamıştım evden. Eh insan sinemaya 5 dakika mesafede oturunca biraz ağırdan alıyor. Alkazarda zannederek tam film saatinde orda oldum. Bir be göreyim? Lost in Translation gitmiş “Lost Girl in Beyoğlu” gelmiş. Benim yani bu! Alkazar’da Lost in Translation falan oynamıyor. Neyse bu filmi de istiyordum görmek, ona gireyim bari, zaten diğerinin nerde olduğunu arayacak zaman yok, tam film saatindeyim. Offf hayatımda bu kadar bir de bir İran filminde sıkılmıştım (İran filmlerini severim ama geçen festivalde bir İran filminin 45. dakikası gelmesine rağmen hala kitapçıkta açıklanmış olan sırra ulaşılamamıştı da o sebeple!!!). Utanmasam yarıda bırakacağım yani, o kadar! Zaten istediğim filme girmeyi beceremediğim için kızıyorum kendime. Bir de Amelie’nin nerdeyse tıpkısının aynısı. Baştan ortaya kadar taklit, özenti kokuyor. Amelie’yi o kadar sevmiştim ki! Bu kadar sevdiğim bir filmin bu denli taklit edilmesine çok bozuldum, veletlere de gıcık oldum, konuya da! Fakat filmin tam orta yerinde öyle bir sürpriz oldu ki! Olayın Amelie ile ilgisi falan kalmadı. Ne yalan söyleyim o gece rüyama bile girdi.

Sevgiler, saygılar....

delifisek@cosmoturk.com

Favorilerinize ekleyinAnasayfaya dönPaylaşın
GÜNLÜK FALINIZ
HAVA DURUMU

REKLAM
reklam@cosmoturk.com

İLETİŞİM
cosmoeditor@cosmoturk.com

TEL: (0212) 280 07 00
FAX: (0212) 244 13 32

-->
>