Kıvır kıvır, tahmin edebileceğinizden de kıvır, fırçanın ve tarağın zor girdiği saçlarıyla başının dertte olduğunu, kötü bir çocuk olduğu için Allah’ın onu bu saçlar ile cezalandırdığını ve bu kıvırcık saçları yüzünden anne ve babasının devamlı tartıştığına inanan 5 yaşındaki Aslı’nın annesi ve babası aralarında fısır fısır konuşuyorlardı:
“Bu yaştaki çocuğu nasıl götüreceğiz tiyatroya, alırlar mı kapıdan” diyordu babası. “ Hem alsalar da durmaz ki, uykusu gelir, acıkır, ağlar eder, rezil eder. Sonra da Barış çocuğa bağırma diye sen başlarsın feryada”
“ Bağırıp durma sen de çocuğa o zaman” dedi annesi “Annenlerin de misafirliğe gideceği tuttu,yok bırakacak kimse,hem ben bu oyuna gitmek istiyorum Barış. Aylardır bir yere çıktığımız yok zaten. Konuşur, anlatırız, güzel güzel, anlatınca anlıyor pekala”
Sonra gözlerini umutsuzca onları merak ve kaygıyla izleyen Aslı’ya çevirdiler. Aslı gerektiğinde odasına hızlıca kaçabilmek için hemen geriye doğru küçük bir adım attı. Babası, kırdığı viski bardağını farkına varmıştı heralde, belki de banyodaki detarjanın döküldüğünü anlamışlardı. Oysa ki dökülen detarjanın hepsini güzelce termosifonun altına itmiş, temizlik günü de Gül Hanım silmişti onu, annesine söylemezdi Gül Teyze’si, yoksa söylemiş miydi?...
“Seni bir tiyatroya götüreceğiz” dedi annesi ona daha büyük bir adımla yaklaşarak..” Hisseli Harikalar Kumpanyası” adı. “Tiyatro nedir biliyorsun zaten. Ama orada konuşmak, bağırmak yerinden kalkmak yok. Hemen çıkarırlar, kolundan tutup götürürler seni tiyatrodan bir daha bulamayız vallahi.Tamam mı, söz mü? Söz annecim de?”
“ Söz annecim” diye ince, ürkek bir ses çıktı küçük kızdan. Gül Teyze’sine içinden teşekkür ediyordu bir yandan da küçük sırrını ele vermemiş olduğu için...
Annem, saçlarımı sımsıkı örüp, kıvırcık olduğunun dışarıdan kesinlikle belli olmadığına ikna olduktan sonra en güzel elbisemi ve kırmızı rugan ayakkabılarımı giydirmişti o gece. Tiyatro salonuna vardığımızda annemle babamın arasına ön sıralardaki yerimize oturmuş, tembihli bir suskunlukla perdenin açılmasını beklemeye başlamıştım.
Perde ne zaman açıldı, niye sahnede bu kadar insan dans edip şarkılar söylüyordü, neden seyirciler kahkahalarla gülüyor ve neden kimse gülenleri kolundan tutup dışarı atmıyordu, bilmiyordum. Bilmek de istemiyordum, nefesim kilitlenmiş, bütün vücudum donmuştu sanki. Sahnedeki adam bana gülümsüyor, bana bakarak şarkılar söylüyor, benim için dans ediyordu. “Bir tanem söyle canım ne istersen iste benden” diye kadife sesi ile bana seslendikçe, ılık bir heyecan boğazımdan aşağıya akıyor, sonra kol ve bacaklarıma iniyordu. Kıpırdayamıyor,gülemiyor, konuşamıyor, duyamıyordum. Gözlerimiz aynı noktada birleşmişti. O beni farketmişti, ben onu. Başka kimse kalmamıştı sanki salonda, bir o bir de ben. Annem haklı idi, güldükleri için salondakileri götürmişlerdi.
“Hep böyle kal diyordu” bana. “ Herkes birşey aldı götürdü benden, sen başkalarına benzeme sakın, hep böyle kal”
Aşkın ne olduğunu o an anlamıştım. Ona aşık olduğumu anlamıştım. Ama bunu bir sır olarak saklamalıydım, söyleyemezdim, aşk büyükler içindi, 4 yaşındaki bir çocuğun aşık olması ne kadar da ayıptı. Hele aşık olduğu kişi babasıysa...
O gece, çocuk aklımla sahnedeki adamın babam, babamın da Erol Evgin olduğuna inanmıştım. Aynı şekilde taranmış siyah saçları, hafif çekik yeşil gözleri, oldukça güzel suratı ile ikisini birbirine benzetmek oldukça kolaydı. Hele ki çocuk gönlünüz buna gerçekten inanmak isterse...
Buna ne kadar süre kendimi inandırdım, ne kadar süre bu tatlı yalanla yaşadım, televizyonda gördüğüm bu sevgi saçan adamın akşam eve geldiğinde nasıl yorgun, asık suratlı birine dönüştüğünü kendime nasıl açıkladım, bilmiyorum. Bir süre sonra onun sadece Erol Evgin olduğunu, ama benim onu çok sevdiğimi biliyordum.
Birgün sokakta top oynarken alt komşumuz Yunus’un “ Senin baban amma da Erol Evgin’e benziyor” dediğinde, bunu kendimden sonra çevreme de inandırmaya karar vermiştim.
Anaokulu boyunca tüm arkadaşlarıma, babamın Erol Evgin olduğunu söylerken, ilkokul 1 hatta 2 ye kadar devam ettrdim bu romantik yalanı. Arada çatlak sesler çıkıyordu tabii,
“ Hani baban doktordu, sen de o yüzden Kızılay Kolu Başkanı olmuştun” diye karşımda sırıtıyordu şimdi adını hatırlamadığım dişsiz çocuk. Dişinin olmadığı yerden tükürükler sıçrıyordu yüzüme.
“Erol Evgin İstanbul’da yaşıyormuş bir kere, senin baban Ankara’da” diye elini beline koyarak şımarıkça soruyordu Yasemin.”Kolaysa yemin et bakalım, annem yalansa yemin edemez dedi.” Biliyordum kıskançlığından yapıyordu, çekemiyordu onun kızı olmamı. Onun babası yaşlı ve çirkindi, benim babamsa Erol Evgin’di.
Oysa ki hepsine verecek cevabım vardı. İki mesleği var babamın diyordum, hem doktor, hem şarkıcı. (Erol Evgin de aslında hem mimar hem şarkıcı değil miydi) Ayrıca haftasonları geliyor yanımıza, inanmazsanız Pazar günü bize gelin,görün...
Verdiğim cevaplara neredeyse kendimi bile inandırdığım günlerde emin olduğum tek şey onu sevdiğim, hem de çok sevdiğimdi. Babamın evde olmadığına emin olduğum zamanlarda teybin yanına gider, kasetini koyar, o şarkılarını bana söylerken, ben hülyalara dalardım. Bazen onu düşünürdüm, onunla evlendiğimi, evlenirken dansettiğimizi, onun bana sarıldığını. Bazen Ali’ye kayardı aklım, sınıftaki sarışın çocuk. Bu sefer onunla dansetmeye başlardım babanemin diktiği Emel Sayın kostümümü giyerek. Sonra birden kendime gelir pişman olurdum, sanki hissederdi Erol Evgin başkasını düşündüğümü, sesi incelir, daha bir duygusallaşır,
“Öyle çok sevdim ki seni,
Öyle çok anlatamam o 1 yılın anlamını, 1000 yıl geçse unutamam derdi.
Hemen kendime gelir ve gene onu düşlemeye başlardım. Belki de onu bu kadar sık onu düşündüğüm için ilkokul öğretmenim,
“Hayalgücü çok yüksek bir çocuk devamlı birşeyler kuruyor” demişti anneme. Annem bana dönüp “Ne hayaller kuruyorsun bakalım küçükhanım” dediğinde “Erol Evgin” diyememiştim.
Benim yaşımdaki kızların yarısından fazlasının ona aşık olduğunu öğrendiğimde, onunla ilgili ilk darbeyi almıştım. 2. Darbe bir bahar gününde geldi:
Ankara’nın Mayıs’ı. Hava anca ısınmış, annem boya badana telaşında. Evde ustalar, annem bir yandan onlara çay yapıyor bir yandan da kıymetlilerini neolur, neolmaz diyerek çekmecelerin gizli bölgelerine sıkıştırmaya çalışıyor.
Kapı çalındı, kapıcının kızı Filiz ağzındaki sakızı balon yapıp patlatarak geldi. Filiz benden birkaç yaş büyüktü. İkimiz de Erol Evgin’i sevdiğimiz için görünmez bir rekabet vardı aramızda.
“Biliyor musun Erol Evgin kelmiş, saçı da perukmuş” dedi ağzını yaya yaya konuşarak.” Abim söyledi. Ben artık onu sevmiyorum, Ahmet Özhan’ı seveceğim. Keltoş senin olsun”
“ Yalan söylüyorsun dedim, onu sevmemem için böyle diyorsun”
Hemen yan odada merdivenin üstünde boya yapan ustaya koştum.
“ Boyacı Amca, Erol Evgin kel mi”
“ OOOO hem de ne kel, tam kel, benden bile” diyerek güldü.
Son bir umutla anneme koştum, “ Saçı çok erken dökülmüş yavrum, o yüzden peruk takıyormuş” diyerek beni teselliye çalıştı mahçup bir tavırla.
O akşam yemek yiyemedim. Babam ceza verip erkenden yatağıma gönderdiğinde gözümde yaşlarla şarkılarını mırıldandım bütün gece.Kızgındım ona. Kel olduğu için değil, beni aldattığı için kızmıştım, beni kandırmaya çalıştığı için. Belki de hiçbir zaman benim olmayacağı için kızgındım.
O günden sonra, ona olan sevgim hiç bitmedi, hiç değişmedi. Onun yerini hiçbir zaman Ahmet Özhan ya da Coşkun Demir almadı. Hatta onu daha da çok sevmeye başladım o günden sonra, daha çok anlamaya. Ne de olsa ikimiz de saçımızdan dertliydik. Benimki kıvırcıktı, onunkisi ise hiç yoktu!
Yıllar geçti, 70 li yıllarda doğan, Tipitip sakızı çiğneyip, sokaklarda topaç oynayan, ilk aşkı Erol Evgin ile tadan kız çocukları büyüdü. Kimisi evlendi, kendi çocukları oldu. Bir çoğu için Erol Evgin, 80li yılların iyi bir şarkıcısı olarak, çocuklukları ile birlikte saklı kaldı.
Ben, ben onu unutamadım, unutmadım. Hala her şarkısını dinlediğimde kendimi 4 yaşında, saçları sımsıkı örülmüş, Arı Sineması’nda oturduğu koltuğun içinde kaybolmuş Hisseli Harikalar Kumpanyasını nefessiz izleyen kız çocuğu olarak bulurum. Boğazım düğümlenir, gözlerim yaşlanır. Koşmak,sarılmak isterim ona ama yapamam. Saatlerce sohbet etmek isterim, bunca yıllık kendimi anlatmak, biraz da onu anlamak isterim. Seni öyle çok seviyorum ki demeyi isterim, yapamam..
65 yaşına gelmiş babamı, ne kadar güzel yaşlandığını ve hala ona ne kadar benzediğini düşünerek hayranlıkla izlerim... Boğazım düğümlenir, gözlerim yaşlanır, sarılmak isterim ona ama yapamam. Saatlerce sohbet etmek isterim, bunca yıllık kendimi anlatmak,biraz da onu anlamak isterim; seni öyle çok seviyorum ki demeyi isterim… Yapamam.
ASLI ORHON
YAZARA E-POSTA GÖNDER