Kocaman alışveriş merkezinin kapısına varmadan çantaml cebelleşmeye başladım. Omzuma çapraz taktığım çantayı çıkarıp, herkesten önce güvenlik noktasından geçersem; bir yarış kazanmış gibi olacaktım sanki… Görevlilerin zorunlu nezaketine baştan savma bir gülümseme ile karşılık verdim. İçeri girer girmez burnumu dolduran nefis yasemin kokusunu ciğerlerime çekerek ilerledim.
Giriş katındaki çiçekçinin önünde oyalandım bir süre… Gülleri, sümbülleri, çam kozalaklarını, mandalina ağacını selamladım. Kokuları üzerime sinsin ve o kokunun içinde uçarcasına dolaşayım istedim. Oyalandıkça oyalandım. Saatime göz attığımda film seansının yaklaştığını fark ettim. Kendimi yürüyen merdivenlere attım.
Sinemaya varınca; sinema atmosferini ve ışığın gölgelerini beynime aktardım. İşlem tamamdı. Beynim patlamış mısırın, anonsların, salon önündeki kalabalıkların tadını çıkarmaya başlamıştı. Derin bir nefes aldım. Gişeye yollandım. Tehlikeli İlişki filmi için H sırasından 9. koltuğu kiraladım.
İzleyeceğim filmde; bir süre önce keşfettiğim ve ergen bir genç kız gibi odamı posterleri ile doldurmak istediğim Michael Fassbender oynuyor. Michael Fassbender çok yakışıklı sayılmazdı ama rolünün gereğini fazlasıyla yerine getirebilen bir aktör olduğu fikrindeyim. Rolünde bu denli başarılı olması için belli bir derinliğe sahip olması gerekiyordu ki; dibini bilmediğim bu derinlik ilgimi çekiyor.
Psikiyatr Sigmund Freud ve Carl Jung’ın arkadaşlığını anlatan “Tehlikeli İlişki” filmini aylardır sabırsızlıkla beklemiştim. Koltuğa kurulup, kendimi psikolojinin duvarlarını sağlamlaştıran adamların gündelik hallerine bıraktım. 99 dakika süren bu yolculuk sonunda içsel olarak pek değişmesem de; dünyaya bakış açımda küçük ve yeni bir pencere açarak salondan çıktım.
Psikolojiyi veya psikolojiyle ilgili insanları anlatan bir filmden çıktıktan sonra, ister istemez çevreme bakışım değişti. Herkesin idindeki baskın olan yanı keşfetmeye çalışarak alışveriş merkezinde dolaşmaya başladım. Vitrinlere yansıyan istek, telaş, küçük hesaplar ve burunlarının ucuna yerleşen kibir dışında; orada dolaşanların ruhlarını yansıtan bir bakış yakalayamadım.
Acaba derinliklerini nerede yitirmişti bu insanlar? Ya da gerçekten derin bir insan yaşamış mıydı bugüne kadar? Durmadan dönüp duran bir atlıkarıncadaki huzursuz ve mutsuz çocuklar mıydık yoksa? En sevdiğimiz atlıkarınca figürünü kapamadığımız için miydi yüzümüzdeki hoşnutsuzluk? Ne zaman binmiştik bu atlıkarıncaya? Başımız sürekli dönmesine rağmen neden inemiyorduk?
Buna benzer veya benzemez sorular aklımı bulandırırken, kendimi dışarı attım. Yüzümü güneşe ve rüzgarın serinliğine emanet ederek, evime yollandım.
TÜRKMEN İŞCAN
YAZARA E-POSTA GÖNDER