Adamın geçtiği yerin hemen ardında kıyıya vuran dalgaların sesi duyuluyordu. Ancak onun aklı fikri ne o karede ne de o köpüren maviliklerdeydi. Sesini duymakta olduğu dalga aslında kendisine vurmuştu da ellerini cebinden çıkartamaz, gözlerini adımlarından ayıramaz olmuştu. Şöyle mırıldandı kendi kendine;
“Utanıyorum kendimden. Utanıyorum yapamadığım şeylerden, karar verip de ses tellerimi dile getiremediğim hallerimden. Aşk, bende kontrol edemediğim tenden öte bir duygu. Ama gözlerimin gördüğü kadın bende öyle bir tutku yaratıyor ki üst mertebesinin adı kıskançlık oluyor. Onun hareketleri, konuşması, davranışları, ses tonu, gülümsemesi ve dahası kendisi etkiliyor beni, etkilendikçe de mantık ve his beynimde çarpışıyor. Hayatının içinde sadece kendimin olmadığını biliyorum. O, etrafında nefes alan başkalarından da besleniyor. Bunu da biliyorum ama bastıramadığım kıskançlığım öfkeme dokunuyor, öfkemse sesini duyduğum dalgalar gibi yüreğime vuruyor. Korkuyorum kendimden bir gün gelecek ve o dalgalar kıyıya vuracak diye. Utanıyorum bu halimden. İçimde aşk ve tutkunun bir yeri var ama öfke doğuran kıskançlığımı ruhumdan kovmak istiyorum. Ya utancım? Onun bende bir yeri varsa, bu korkutucu gerçeği bilmek dahi istemiyorum.”
Sonra adam yürümeye devam etti. Kendini sorguladığı adımlarda akşamın esintisi sırtında serinliğini hissettirdi. Bir saplantısı vardı aklında, adı aşk olan. Ama tutkuları onu öyle bir yola sürüklemişti ki kadını severken, kadından kaçar hale gelmişti. Belki bir deve kuşu gibi kafasını yere gömmeliydi. Belki de toprağın altına gizlenmeliydi de utancını kurtçuklara yedirmeliydi. Benliğindeki paylaşımcılığı reddetme arzusu aklına bir örümcek ağı oluvermişti ve dahası tökezlemek an meselesiydi. Mırıldanmaya devam etti ;
“Utandıkça saklamak geliyor içimden. Keşke yanlış bir şey yaptığım için suçluluk duysaydım da bir çırpıda söyleyip, kurtulsaydım bu iç karartan yükten. Ama utanmak denen bu illet başıma vuruyor, bükük boynumu doğrultmaksa mümkün olmuyor. İç çekmek çare değil, bu yüzden duyduğum öfke kendime. Seni kaybetme korkusu peşimi bırakmıyor. Senin her hareketin içimi kemiren bir tahtakurusu oluveriyor. Keşke görmesem seni diye kendi kendime sesleniyorum. Ne kadar rahattım yirmili yaşlarımda, görmezdim senin gibilerini. Gözlerimi uzak tuttukça onlardan kıskançlığımı da uyandırmazdım. Hatta üniversite yıllarım birkaç bakışmayla hemencecik geçivermişti. Ama bugünün geleceği en başından beri belliydi. Seni kıskanmaktan duyduğum utanç, beni bu hallere nasıl düşürecekti? İşte bunu hiç akıl edememişim.”
Yalnız yaşamının korunaklı dünyasına kim girmek isterse gözleri olmayan bir adamla karşılaşmıştı aslında. Karşı cinsten kaçan, yüzünü öbür yana dönen çekingen bir adam… Aynaya bir kez olsun her gün baktığından farklı bakabilmeyi becerebilseydi eğer, içinde coşturabilseydi böyle bir cesareti, kim bilir bu hallere düşer miydi? Belki evet, belki de hayır olabilir bu sorunun cevabı, ancak kesin olan gerçek, insandan utanmak zincirleme duygular ve karmaşık tepkilere yol açar. Suçluluğunu hakime anlatan, suçun geriye dönüşü olmasa da azaplı yükünü bile bile bir nebze rahatlar.
Peki ya utangaç olan insan hayat devam ettikçe içine kapanmaya devam ederse, salyangozun dönen kabuğunun en dibine varmayı bir ömürlük kadermiş gibi seçerse, onun bu toplumsal hayattaki sonu ne olacak? Herkesin soluduğu nefesi o nasıl soluyacak? Herkesin yürüdüğü o kalabalık kaldırımlara nasıl adım atacak? Ya bir gün aşk kapısını çalarsa o kapıyı nasıl açacak? Olur ya her yerden çıkabilir aşk. Kadın ve erkek bir yerlerde birbirine mutlaka gülümseyebilir.
Adam sırtını dönmüş devam ediyordu taşlarla kaplı yolda yürümeye. Ve hala mırıldanıyordu kendi kendine;
“ Sana olan sevgim o kadar güçlü ki içimde, utanıyorum seni kıskanmaktan. Kıskandıkça yaptıklarına karşı öfke duymaktan…”
ADİL GÜRPINAR
YAZARA E-POSTA GÖNDER