ELİF’İN CÜMLESİ
Düdüklü tencereden çıkan basınçlı buhar gibiydim aslında o gece! Ta ki o cümleyi duyana kadar… İçimdeki acının, sıkışan beynimde her an kıyametler kopartabilecek bir patlama yaşatmasına ramak kalmıştı sanki. “Dur orada, sakın bir adım daha yaklaşma!” diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Cuma akşamıydı. Kuzenimin akşam yemeği davetinden bol kahkahalar eşliğinde yeni ayrılmış, otomobilimizle eve dönüyorduk. Arnavutköy istikametine doğru devam ederken, eşim durmadan dikiz aynasından yolun arka tarafına bakıyordu. Bu hareketi üst üste birkaç kez tekrarlayınca “Ne yapıyorsun?” diye sormaktan kendimi alamadım. Anlamsız bir şekilde başını salladı. “Önemli bir şey değil, öylesine baktım” diyerek lafı geçiştirdi.
Sahil yolundan Adalı sokaktaki evimize doğru sola saptık. Gecenin karanlığında arkamızdan gelen araç da peşimizden bizim sokağa girdi. Biz evin otoparkına girerken, diğer otomobil durmadan yoluna devam etti. Eşimin tuhaf hareketleri yüzünden bir an şüphelenmedim değil hani, takip mi ediliyoruz diye ama polisiye bir film değildi ki bizim sıradan yaşantımız. Araçtan inip, arka kapıyı açtım. Küçük kızım arka koltukta çoktan uyumuştu bile. Kemerini çözüp, kucağıma aldığım gibi doğru altıncı kattaki dairemize çıktık. Eşim kapıyı açtığı gibi içeri daldım ve ufaklığı yatağına yatırdım. Üzerini de güzelce örtüp, o tatlı yanağına bir öpücük kondurdum. Kızım, kıvır kıvır saçları ve minik dudaklarıyla benim için sanki büyümeyecek bir bebekti.
Sonra ışığı söndürüp odadan çıktım. Salona doğru yürürken gömleğimin manşetlerini kıvırıyordum ki kapı çalıverdi. Beklenmeyen bir zil sesi kulaklarımda çınlayarak koridordan kızımın odasına kadar varmıştı. Bir yandan “Hay aksi uyanmasa bari?” derken, diğer bir taraftan da “Hayırdır acaba bu saatte kim olabilir ki?” diye söylenmiştim. O sırada eşimin hala ayağından çıkarmadığı topuklu ayakkabılarının sertçe çıkardığı gürültüden, onun koşarak arkama kadar geldiğini fark ettim. Elimi kapının koluna doğru uzattığım anda o, heyecanlı bir ses tonuyla “Bu saatte kim olur ki? Açma kapıyı istersen.” dedi. Başımı çevirdiğimde renginin solduğunu ve korkudan dudaklarını ısırmakta olduğunu gördüm. Salonun kapısına dayanmış, elleri arkasında telaşlı ve korkmuş bir şekilde bana bakıyordu. “Korkma yalnız değilsin ki aşkım!” diyerek kapının kilidini içeriden açtım.
Daha kapıyı açmama fırsat olmadan kapının ardındaki ses birden bağırmaya başladı “Açın kapıyı! Ben geldim Sevil!”
Donup, kalmıştım o an! Kapının arkasında Sevil diye bağıran bir adamın hiç durmayan haykırışı apartmanı inletmeye başlamıştı bir anda. Kapı tekmelenip, yumruklanıyordu. Şaşkınlık ve kızgınlığın birleşimi sinir sistemimin genetiğini anında değiştirmişti. Yumruğumu sıktım, kapıyı açtığım anda adamın üzerine atlayacaktım. Eşimin salon kapısının dibinde çökmüş bir vaziyette ağlamakta olduğunu görünce kilitlendim. Yumruğum havada kalmıştı. Onun bu hali dışarıdan değil de içeriden yara aldığımın kanıtıydı. “Sus Sus! Allah’ ın cezası!” diye söylenerek titreyen sesini yükseltip, alçaltıyordu. Saçları dağılmış, iki eliyle yüzünü kapatmıştı.
O an aslında öyle bir sahnenin ortasında kurban edilmiştim ki ben, her nefes alışverişimde ne kadar yalnızmışım, dürüstlüğe ne kadar da inanmışım, sadakate ne kadar da bağlanmışım boş yere, bunları anladım. Aşk ve sevgi, koridorda ulaşan küçük bir girdabın içinde karanlığa doğru sonsuz bir yolculuğa çıkmıştı artık.
Aynı anda koridorun sonundaki odadan bir elinde kocaman bebeğiyle kızımın gözünü ovuşturarak, “Baba! Annemin iş yerindeki adam niye gelmiş?” diye sorduğunu duydum. Pijaması poposundan aşağı düşmüş olan kızımdan duyduğum bu cümle benim için ikinci bir darbeydi. Sevil, o sıra Elif’in koridordan gelen sesini duymuş ve “Kızım” diyerek, ona doğru yönelmişti. Ve kıyamet, “Dur orada, sakın bir adım daha yaklaşma!” diye bağırmamla koptu. Sesim tüm evde yankılanmıştı. Dizleri üstüne kıvrılmış, fayansın soğuğuyla bütünleşen Sevil’ i izledim gözlerim dolu dolu.
Onun bunu neden, kimle ve niçin yaptığı umurumda bile değildi. Elif’ in minik dudaklarından dökülen o cümle zaten her şeyi anlatıyordu. Hayat, acımasız yüzünü başkalarına daha önce göstermişti. En azından bunu çevremdeki insanların yaşadığı kötü deneyimlerden işitmişliğim vardı. Ama benim, mutluluk dünyasında yaşarken böyle bir anın senaryosunu bile aklımdan geçirmem imkansızdı. Kurmak için yıllarımızı harcadığımız temeller birkaç dakika içersinde kara bir fırtınada yıkılıp, gitmişti. Artık ona bağırmam, ona kötü sözler söyleyip, onu hırpalamam hiçbir şekilde anlam taşımayacaktı. Değerini yitirmiş bir insana en büyük ceza onu hayatından sorgusuz sualsiz, içine düştüğü bu boşlukta yapayalnız bırakıp, geçmişiyle birlikte onu kendi hayatımdan silmekti .
Az önce yaşadığım kabusa sırtımı dönerek, Elif’ i kucağıma aldım. Mis gibi saçlarını kokladım. Gözyaşları döken kızımın ıslanan yanaklarını sildim. “Elif’e iyi geceler dile. Ve gerisini bana söyletme.” dedim. Ben kızımı yatırırken o, kapının ardından “Sizi seviyorum, inan çok üzgünüm…” diye bir cümle söyledi. Ve ardından giderek uzaklaşan ayak seslerini duydum. Evin kapısı yavaşça kapandı. Bir an duraksadım. Dönüşü olmayan bir yolun ilk dakikalarıydı bunlar. Tüm vücudum gerilmişti ama sinirlerimi, duygularımı hiç değilse Elif uyuyana kadar tutmalıydım. Sonra sabah kadar uyumayabilir, kendi kendime cezalar verebilir ya da ağlayabilirdim.
Herkes bir gerçeği yaşar, peki siz hayalinizdeki gerçeği yaşayabiliyor musunuz?
Adil Gürpınar
adilg@windowslive.com
ADİL GÜRPINAR
YAZARA E-POSTA GÖNDER